
Sabah ışığının suyun üstünde her saniye değişen titreşimini yakalamak için bir ressamın sandala binmesi—bugün bize romantik bir anekdot gibi görünüyor. Oysa bu sahne, resmin yalnızca sonucunu değil, yapılışının kendisini de görünür kılan bir eşik anıdır. Tüp boyanın taşınabilirliği, tuvalin atölyeden dışarı çıkabilmesi, ressamın gözünün ve bedeninin rüzgârla, nemle, zamanın akışıyla temas kurması… Tüm bunlar, “nasıl”ın “ne” kadar önemli hale geldiğini haber veriyordu. Akademinin cilalı yüzeyine karşı, anın kusuruna açılan bir kapıydı bu.

Yirminci yüzyıl bu kapıdan girip içeriye bir fırtına taşıdı. Sanayinin hızına yetişmeye çalışan, fabrikaların ritmiyle nabzı tutulan, kent kalabalıkları arasında yalnızlaşan birey; iki dünya savaşının gölgesinde, ilerleme anlatısının karardığını gördü. Bu ruh hali, ideolojik bir bildiriyle değil, sezgisel bir haykırışla dile geldi. Dışavurumcu resmin kırılmış çizgileri, çiğ renkleri, deformasyonu, “doğru”yu sabitleme arzusu değil, varoluşun titremesini teslim etme cesaretiydi. Programdan çok bir semptomdu bu: kültürel bir krizin estetize olmuş belirtisi. Tam da bu yüzden, düzeni sağlamlaştırma iddiasındaki otoriter siyasetlerin ilk tahammül edemediği şey oldu; özgür sanatı “yoz” ilan eden politikalar, gösterişli bir klasikçiliği yüceltirken bu haykırışı görünmez kılmaya çalıştı. Çığlığın rahatsız ediciliği, yalnızca formda değil, hakikate dokunma ısrarındaydı.
Bu ısrar, kısa süre sonra başka bir kırılmayı tetikledi. Çatlak artık tuvalin yüzeyinde değil, “sanat nedir?” sorusunun tam ortasındaydı. Bir pisuarın müzeye kabul edilişi, estetik kategorileri yerinden oynatırken, eserin ağırlık merkezini nesneden söyleme, malzemeden bağlama kaydırdı. Sanat, yalnızca bakılan değil, üzerine konuşulan; yalnızca haz değil, düşünce tetikleyen bir alan olarak tanımlanabilir hale geldi. Bu dönüşüm, modern sanatın tehlikeli özgürlüğünü genişletti; fakat aynı anda, bir başka risk kapısını araladı: değerin, gitgide anlatı ve kurumsal çerçeve tarafından üretildiği bir sahne ekonomisi.
Bugün bu sahne, postmodern duyarlığın ironiyle, post-truth çağın gösterisiyle iç içe geçmiş durumda. İmgeler, kavramlar ve fiyatlar birbirine eklemleniyor; bazen duvara bantlanmış bir muz, bazen piksel ölçüsüne indirgenmiş bir ikon, teorik meşruiyet ve piyasa iştahıyla parlatılıyor. Parıltı dağıldığında geriye ne kalıyor? Çoğu zaman kalıcı bir biçimsel keşif ya da dönüştürücü bir estetik deneyim değil; kısa ömürlü, “hatırlanması hatırlatılmaya” bağlı bir hadise. Pudra şekerinin altındaki boşluk hissi, yalnızca tekil işlerin zayıflığına değil, daha derin bir kültürel yorgunluğa işaret ediyor: anlamın, hız ve dolaşım lehine erozyona uğraması.
Tam da bu noktada yapay zekâ devreye giriyor ve denklemi daha da karmaşıklaştırıyor. Algoritmalar, bir asırlık görsel hafızayı saniyeler içinde çağırıp yeniden harmanlarken, “ustalık” ile “üretim” arasındaki eski bağları gevşetiyor. Bir komut satırının zamanı ile bir bedenin zamanı aynı değil: algoritma anında sonuç üretirken, insan elinin hatası, titremesi, vazgeçişi, geri dönüşü ve bekleyişi—yani sürecin dramatik örgüsü—işin içine sabitleniyor. Sanatın tarihsel değeri, çoğu kez bu dramatik örgünün izlerinden okunurdu; bugünse aynı estetik sonuç, süreçten neredeyse bağımsız biçimde çoğaltılabiliyor. Demokratikleşme gibi görünen şey—teknik engellerin kalkması—başka bir cephede inandırıcılık krizini büyütüyor: Karşımızdakinin “bu imgeyi bir insan mı üretti, bir makine mi?” sorusunu eserin içine sızdırması, algıyı ve yargıyı belirsizleştiriyor.
Belirsizlik yalnızca estetik değil, siyasal da. Kriz anlarında toplumlar güven ararken, otorite teknolojiyi kimi alanlarda sınırsız, kimi alanlarda yasaklı kılıyor. Gözetim ve savaş teknolojilerinde yapay zekâya açılan kapılar, kültürel ve kişisel alanlarda kapanabiliyor. Bilimin ve sanatın ortak zemini olan eleştirel düşünce, “toplumsal huzur” gerekçesiyle daraltıldığında, kültürün sinir uçları kesiliyor. Oysa hele böylesi bir dönemde, sanatın ve eleştirinin en çok ihtiyaç duyduğu şey tam da bu sinir uçları: duyarlık, şüphe, merak ve itiraz.
Bütün bu gürültünün içinde ölçüt sorusu yeniden beliriyor. Kalıcılık nerede mümkün? Bir işin zamana direnmesi, yalnızca iyi bir fikir olmasına ya da pahalı bir malzemeye yaslanmasına bağlı değil; yapının sağlamlığıyla dilin berraklığı, düşüncenin derinliğiyle bağlamının dürüstlüğü, izleyiciyle kurduğu temasla göze aldığı risk birbirinden ayrılmıyor. Ustalık, artık sadece teknik bir maharet değil; seçişin, elemenin, vazgeçişin ve sorumluluğun toplamı. “Güzel” ile “doğru” arasındaki kadim ilişkiyi yeniden kurabilen işler, hız ekonomisinin dışına sızacak çatlaklar açabiliyor. Bu çatlaklardan sızan şey, çoğu kez gösterişten ziyade samimiyet oluyor.
Samimiyet, kolaylıkla duygusallığa karışabilecek kadar kırılgan bir kelime; yine de bugünün sanatında en zor taklit edilen nitelik. Bir jestin arkasındaki risk, bir malzemenin içinde saklı emeğin tansiyonu, bir imgenin taşıdığı kişisel tanıklık… Bunlar, algoritmanın ölçemediği fazlalıklar. İnsan eliyle yapılmış bir çizginin mikro kusurları, yalnızca “insan yapımı” oldukları için değil; karar ve kararsızlık, hız ve tereddüt, güç ve yorgunluk gibi insani zamana ait katmanları taşıdıkları için kıymetli. Monet’nin sandalı bugün hâlâ bir şey söylüyorsa, bu, tekniğin nostaljisi yüzünden değil; bir varlığın bir ana gerçekten eşlik etme istencini kayda geçirdiği için. Dışavurumcu çığlık bugün hâlâ sarsıcıysa, bu, biçimin şiddeti yüzünden değil; biçimin gerisinde, kamusal gürültüye rağmen kişisel hakikate açılan bir kapı olduğu için.
Eleştirinin görevi burada başlıyor. Piyasanın ve dolaşımın ivmesine kapılmadan, gösterinin cazibesine teslim olmadan, bir işin hangi bedeli göze aldığını, hangi düşünceyi gerçekten taşıdığını, hangi ilişkiyi kurduğunu sormak… Eleştirisiz özgürlük gösteriye, eleştirisiz gösteri gürültüye dönüşür. Sanat kurumlarının ve yayınların sorumluluğu da burada: anlık konsensüsün şekerini dağıtmak değil, yavaş düşünmenin alanını korumak. Yavaşlık, burada bir erteleme değil; bakışın derinleşmesi için tanınan etik bir süre.
Belki günümüz sanatını tarif eden çizgi, hâlâ o ilk hareketle başlıyor: bir bedenin bir ana eşlik etme arzusu. Oradan çığlığa, çığlıktan ironinin ayna oyunlarına, oradan da algoritmanın hızlı görülerine uzanan bir hat. Bu hattın üzerinde kaybolmamak için, tek bir ölçüte sarılmak yetmiyor; ama küçük bir pusula var elimizde: biçim ile düşünce, emek ile bağ, risk ile temas arasında dürüst bir denge. Bu denge tutturulduğunda, panayırın gürültüsü azalıyor ve bir iş, zamana küçük bir kıymık bırakabiliyor. O kıymık, bazen bir fırça darbesinin hatası, bazen bir sesin titremesi, bazen de bir susuşun ağırlığı oluyor. Ve belki, bütün krizler arasında geriye en çok bu kalıyor: gösterinin değil, varlığın izleri.
Fanzin Apartmanı Kurucusu
Efe Elmastaş