Yüksel Arslan, yerelden başlayan yolculuğunu evrensele taşıyan, özgün sanat anlayışını ve tekniğini yaratabilen, kendine özgü araçlarla yapıtlarını üreten bir ressam. Sanatını, kendinden yola çıkarak, İnsan’ı anlama ve anlamlandırma çabası üzerine kuran bir sanatçı. Hiç durmadan gözlemlemiş, hiç durmadan okumuş, yaşadıklarını, gözlemlediklerini, süzgecinden geçirdiklerini resim dilinde kavramlaştırarak arturelerine yansıtmış.
Çevresinde hoş sohbeti, ağız dolusu içten kahkahalarıyla tanınan ve kendisini ressam olarak tanımlamayan Yüksel Arslan’ı ve arturelerini anlamak için okumalarının izini sürmek, yaşadığı zamanı ve toplumu anlamak, resimlerini ‘okumak’ gerekir; “..resimlerimin estetik bir heyecan uyandırmasına çalışmam. Çizgilerimin düşündürmesini isterim. Benim okuduğum gibi resimlerime bakanlar da onları okusunlar isterim.”***(Kültür Servisi)
Yüksel Arslan 1933 yılında, Eyüp’te Bahariye semtinde doğar. Fabrika ve mezarlıklarla çevrili Eyüp’te, evleri Pierre Loti’nin evine yakındır. Babası ve annesi fabrika işçisidir. “Annem de garip bir göçmendi. Anadolu’nun doğusunda doğmuş; Rus ordusundan kaçmış; anasını, babasını, kardeşlerini salgın hastalıklarda yitirmiş; ilkin Ankara’ya, sonra İstanbul’a gelmiş; hayatını, babamla evlenene değin, ev işleri yaparak kazanmıştı.”***(Kültür Servisi) Yeri her zaman kendisi için özel olan annesinin güçlü duruşunu, gülüşünü çok sevmektedir. Babasının da desteğini hep arkasında hissetmiştir.
Çoğunlukla Osmanlı devlet adamlarının gömüldüğü, mahalledeki çocukların oyun bahçesi haline gelen Eyüp Mezarlığı, ilginç mezar taşlarıyla önemli bir olgudur yaşamında. Uzun süre mezar taşlarını canlı varlık olarak görüp, kendince onlarla iletişim kurar. Sadece mezar taşları değil, yerdeki taşlar da ilgi odağıdır. En büyük merakı onları kaldırıp altındaki böceklere bakmak, incelemektir. Görünenin ardına saklanmış görünmeyeni ortaya çıkarmak, küçük yaşlardan başlayarak tutku haline gelmiştir. Bu özel ilişki ve görünenin altındaki görünmeyenin keşfi, sonraki yıllarda İNSAN arturelerinde vücut bulur. Yaşamı boyunca İnsan’daki görünmeyeni çözmeye çalışır.
Eyüp semti, mezarlığın yanında çarşısıyla da sanatının ve huzursuzluğunun kaynağı olarak yaşamında önemli bir yere sahiptir. Şöyle dile getirir bu önemi; “İlk anı: Eyüp çarşısında herkese benim “küçük”ü gösteriyorum. Küçük kız sanıp okşuyorlar her yanımı; saçlarım uzun, sarışın ve kıvırcık. Bağırıyorum; “Ben bir oğlanım” (3-4 yaş)* (sf:21) Küçük yaşlardan başlayarak çarşıyla birlikte göstermeninerkekliğin kanıtı olduğu, cinselliğe odaklanmış erkek egemen toplumu deneyimler.
Bakış, gizlenen ve etkileşim fallus üzerinde yoğunlaşır ister istemez. Evde sineklerin, sokakta kedi ve köpeklerin çiftleşmesini, kendisi gibi küçük çocukların önünde büyük oğlanların otuz bir çekmesini, cinselliğin hem göz önünde olmasını, hem yokmuş gibi davranılmasının yarattığı ikiyüzlülüğü sürekli izler. Başka bir anıda açık seçik anlatır bu durumu; “Kırda arkadaşlar kuyruk yaparak sıska, hastalıklı bir inekle çiftleşiyorlar. Sıra bana gelince su koyveriyorum!”* (sf:21) Cinselliğin kaçınılmazlığının farkedilişi ve ergenlik. Yasaklar, ayıplar ve yarattığı birikimler, yakasını uzun süre bırakmayan rüyalar. Bu rüyalardan biri ve uzun süre devam edeni, uykudayken aniden düşmedir. Ve Freud’a göre düşme, çocukluktaki hazlardan köken alır, cinsel arzuyu belirtir.
Küçük bir çocukken erkekliğini kanıtlamak için “küçük”ü göstermeyle başlayan ve ergenlik döneminde de kendini kanıtlama göstergesi olarak karşısına çıkan fallik nesnenin, mezar taşlarından başlayarak kişisel ve toplumsal tarihin vazgeçilmez bir göstergesi olduğu kadar, güç ve iktidar simgesi olduğunu da fark eder. Cinselliğin, fallik nesnelerle kuşatılmış sosyal yaşamın içinde toplumsal ilişkilerin yönlendiricisi olduğu gerçeği sürekli karşısına çıkar. Bu gerçeklik ilerleyen yıllarda yakın dostu Ferit Edgü ile birlikte Phallisme isimli bir sanat okulu projesine dönüşür. Yaşama geçiremedikleri bu sanat okulunun; cinselliği, doğallığı, yabanıllığı öne çıkarıp, tüm ideolojilere, entelektüel söylemlere karşı akım oluşturmasını düşünürler.
Ortaokul sıralarında Gogol’un Müfettiş öyküsüyle ilgili Türkçe dersi ödevi onu kitapların dünyasıyla tanıştırır. Büyük bir açlıkla okumaya başlar. Liseyi bitirdiği yıl kendisini şöyle tanımlar; “Genel olarak kabuğuna çekilmiş, çekingen, itilmiş, topluma ayak uyduramamış bir gençtim bu yıllarda. … Dostoyevski, Çehov ve diğer Rus yazarlarını, Yunan, Latin, Fransız, Alman ve diğer klasikleri okuyup, yutmuştum! İşin güzel yanı kendimi tanımakta beni bilinçlendiren, Türkçe’ye çevrilen Freud’un bütün kitaplarını. … Ressamdan çok okur olduğumu hep söylerim.”* (sf:35)
Resme olan yeteneği ve ilgisi ilkokuldan başlayarak öğretmenlerinin dikkatini çeker. Lisede resim öğretmeni ressam Hakkı Anlı, okul koridorunda ilk sergisini açmasını sağlar. Bu sergiden sonra ressam olmaya karar verir. “Kararı verdim; ömrüm boyunca resim yapacağım (1950-51)”* (sf:26)Kararından sonra yaptığı resimleri boyamak için yapay boyalardan vazgeçer. Mezarlıkta oynarken keşfettiği taşları, otları, çiçekleri, kömür ve odun parçalarını, sabunu kâğıda sürterek boyar resimlerini.
Lise bittiğinde ressam olmak için değişik bir yol seçer. Güzel Sanatlar Akademisi yerine, İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Enstitüsü’ne kayıt olur. (1953-54) Önceliği, çok sevdiği resim yapmak işinin tarihini öğrenmektir. Çünkü resim de onun için, tıpkı diğer meslekler gibi, yaratıcılık yanında, çok çalışmak ve bilgi isteyen bir iştir.Enstitünün düzenlediği Anadolu gezilerinde sanatının oluşmasına temel olan el sanatlarını ve kadınların kilim dokurken iplik boyamada kullandıkları doğal boyaları tanır. “Bir yıl sonra burjuva kızları arasında sıkılmama rağmen grupla bütün Türkiye’yi gezip, sürtme tekniği ile resim yapmayı sürdürüyorum.”* (sf:26) Büyük bir çalışkanlıkla hiç durmadan ürettiği resimlerinde, kadınlardan öğrendiği doğal boyaları kullanır
Yaşam da Yüksel Arslan’ın çalışkanlığı karşında boş durmaz, ressam olması için elinden gelen desteği verir. Sanat tarihinin Türkiye’de bilim dalı olarak ele alınmasında önemli katkıları olan kişilerin başında gelen Mazhar İpşiroğlu üniversitede öğretmenidir. Ders anlatırken kendisini dinlemektense önüne eğilmiş, tutkuyla bir şeyler yazıp çizen kavruk genç ilgisini çeker. Yaptıklarını çok beğenir. Sanatını geliştirmesi için elinden geleni yapar. Üniversitede kendisine asistanlık yapacak olan öğrenci için ayrılan odayı Arslan’a çalışma odası olarak verir. Okul burslarından yararlanmasını sağlar.Dönemin ünlü sanat galerisi Maya’da sergi açması için Adalet Cimcoz’a aracılık yapar ve Yüksel Arslan 1955 yılında ilk kişisel sergisini açar. “İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü”dür serginin ismi. O yıllarda isimli bir sergi de ilk kez Yüksel Arslan’la oluşur.
İlk dönem çalışmaları bedenin toplumla, doğayla ve kendisiyle olan ilişkilerinden oluşur. Sadece insan değil hayvan bedenleri de söz edilen sergideki resimlerin konusudur. Karmaşık, bozulmuş beden çizimlerinde cinsel simgeler ağırlıktadır. İnsanileşmiş bir hayvan dünyasının resimleridir sergideki yapıtlar. Bütün resimleri satılır. “Sergilenen bütün eserler satıldı; artık zenginim! Hachette kitabevinden sanat kitapları satın alabilirim öyleyse!” Satın alabildiği sanat tarihi kitaplarının birinde karşılaştığı boya reçetesine çok sevinir; “… en çok sevdiğim meslektaşlarımın, mağara duvarlarına yaptıkları resimlerde kullandıkları boyaların reçetelerini buluyorum.”* (sf:26)
Kendisinin kullandığı taş, odun parçası, sabun ve bitkiler gibi doğal malzemeye, sözünü ettiği reçetede öğrendiklerini de ekler; toprak (aşı boyası), yumurta beyazı, yağ, bal, çiş…Alışılmadık resimlerini alışılmadık karışımlarla hazırladığı boyalarla boyamaya başlar.Yıllar sonra Paris’teyken, yaptığı işin resim olmadığına karar verip onları niteleyecek başka bir sözcük arayışıyla ARTURE sözcüğünü yaratır. Yarattıklarının gerçekte resim olmadığını, resimle yazı, resimle şiir arasında bir sanat olduğunu söyler. Sanatçının hem bir düşünür, hem de bir şair-desinatör olarak çalışması gerektiğini vurgular.
İlk sergisinden sonra İstanbul’un sanatçı çevresine dâhil olur. “Sanatçı (ressam, yazar, ozan, eleştirmen) dostlar edinip, her gece içmeye başlıyor, kenar işçi mahallesi ve arkadaşlarımı yelleyip, küçük-büyük burjuva dünyasına giriyorum.”* (sf:26) Bu dünyaya girmesiyle birlikte okumaları daha dazenginleşir. Çünkü o yılların geleneği Baylan Pastanesi ve meyhane buluşmaları, sanatçıların birbirlerini keşfedip fikirsel tartışmalarla birbirlerini zenginleştirmelerini sağlamaktadır. Daha çok Fransızca kitaplar okuyup tartışırlar. Yalnız iyi yazarlar değil, batı dünyasının popüler sanatçılarıyla da okumaları zenginleşir. Arthur Rimbaud, Charles Baudelaire, Gérard de Nerval, Marki de Sade, Max Ernst, Lautréamont, George Bataille gibi toplumdışına itilmiş, ‘lanetliler’dir bunlar.
Durgun ve bunalımlı bir döneminde askere gider. Bir yıl kaldığı Eleşkirt’te Doğu Anadolu’nun yoksulluğu ve geri kalmışlığıyla karşılaşmayı kaldıramaz. “Kıpkırmızı, büyümüş cinsel organlarıyla kadınlar gibi gezinen bir sürü dişi köpekle çiftleşiyor garibanlar burada. Kar çöküp, kurtlar inince kayboluyor köpekler.”* (sf:28)
Gördükleri karşısında subay gazinosunda vazoyla cam kıracak kadar bunalımlar yaşar. Ölünceye dek dost kaldıkları Ferit Edgü’nün yolladığı kitaplarla ve durmadan yaptığı çizimlerle yaşama tutunur. Askerden koltuğunun altında bir sürü çizimle dönen Yüksel Arslan 1959’da İstanbul’da ikinci sergisini açar; Phallisme Serisi. Sergi sonrası sanat eleştirmeni Edouard Roditi’yle tanışır. Roditi André Breton’a Yüksel Arslan’dan söz eder. André Breton’dan Paris’te yapılacak Erotizm temalı Gerçeküstü sergisine katılması için davet alır, ama koşullar el vermediği için gidemez. Birkaç yıl sonra, Paris’e yerleştikten sonra gerçeküstücü çevreyle haşır neşir olmasına rağmen, gerçeküstü resimden hiç hoşlanmaz. Gerçeküstücü ressam olarak anılmaya şiddetle karşı çıkar. Okumalara ve çizimlere devam eder deli gibi. Sorunlarının üstesinden gelmek, gördüklerini yorumlayabilmek için; Jean-Martin Charcot, Freud ve Wilhelm Reich başvuru kaynakları olur. Alfred Jarry, Antonin Artaud ve Nietzsche ile okumalarını çeşitlendirir. Nietzsche ilk göz ağrılarındandır, vazgeçilmezidir. Düşüncelerinin oluşmasına edebiyat ve bilim insanları eşlik ederken resimde de Leonardo da Vinci, Hieronymus Bosch ve Pieter Brueghel vazgeçilmez ressamları olur. Neredeyse Leonardo da Vinci’nin çizim defterleri kadar ünlüdür Yüksel Arslan’ın da çizim defterleri.
Yüksel Arslan’ın arturelerini anlamak için okumalarının izini sürmek gerekir demiştik ya, yoğunlaştığı her okuma konusun yeni arturelerinin de konusunu oluşturduğunu eklemek gerekir. Portreler, İnsan, Etkiler, Kapital hepsi yoğun okuma dönemlerinin etkisiyle oluşan aturelerdir. “Kafka, Michaux, A. Arthaud, A. Jarry ve Nietzsche’yi okumaya başlıyorum. 1960’tan 1967’ye giden bu devir için devrim diyebilirim. G. Bataille, M. Leiris gibi Nietzscheci kalıyorum. … 1967 baharında bile defterimde ona ait notlar okuyorum: “İnsandan tiksintim, … her zaman en büyük kaybım oldu…”* (sf:35) Oysa Yüksel Arslan İnsan’dan tiksinmez, kendisinin de insan olduğu bilincinde İnsan’ı anlamaya çalışır ve yaşamı boyunca anladıklarını çizgileriyle ifade eder, okuyalım diye.
Çalışmadan ve okumadan zaman geçirmeyen Yüksel Arslan, arture’lerini üretmeye devam edip birçok Avrupa ülkesindeki, karma sergilerin davetlerine katılır. Aleksandr İvanoviç Oparin, Pavlov gibi yeni bilim insanlarını keşfeder. Oparin’le Yaşamın Kökeni’ne yolculuğu başlar. Uzun süredir düşündüğü İnsan serisi kafasında iyice şekillenir. Bu arada 1967 yılında Marx’ı ve Engels’i keşfeder. Kutsal Aile’yi okurken Kapital’i resimlemeye karar verir. Altı yıl boyunca Kapital’i okuyup üzerinde çalışır. Çalışmaları bittiğinde ortaya çıkan arturelerini ilk olarak 1979 yılında Paris’te sergiler. Kapital’i çalışırken bir taraftan da yaşamı boyunca etkilendiği yazar, düşünür, ozan, bestecileri konu alan Etkiler serisine de artureler çizmektedir.
Ve 1986’dan 2000 yılına kadar sürecek yeni bir projeye, İnsan’a yoğunlaşır. İnsandaki sapkınlıkları ve sinirsel hastalıkları anlatmaya çalışır. Wilhelm Reich’ın “Gözle görülür biçimde cinsel çatışmalar içermeyen tek bir şizofreni vakası yoktur.” (Bedensel Boşalmanın İşlevi; Wilhelm Reich) sözleri beyninde yankılanırken, Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu makalesi kulaklarında çınlar. Onların ışığında insandaki psikolojik patolojileri resmeder.
“Her hastalıkla ilgili on, yirmi kitap okudum, amacım öncelikle arture yapmak. Sonra da insan denen şu yaratıkla uğraşmak.”** (sf:54) Hazırlık dönemi için kitaplar toplamaya başlar. Jean-Martin Charcot’un “Bilimsiz bir sanat yozlaşarak rutinleşir” sözlerini ilke edinen Yüksel Arslan’ın bu seri boyunca okuyup incelediği kaynak kitapların sayısı üçbinden fazladır. Okumak ve çok çalışmak, artureler üretmek hayatın anlamıdır onun için. 1995 yılında Paris’te İNSAN serisinin ilk sergisini açar. İNSAN serisi bittiğinde ise ETKİLER serisi üzerinde yoğunlaşır. Çalışmak nefes almaktır onun için, hiç durmaz, sürekli okur, sürekli çalışır, çizer, boyar. 2017 yılında hasta yatağında, ölmeden az önce; “Bugün de çalışamadım!” diye hayıflandığında, ölmek üzere oluşundan çok, çalışama(dığına)yacağına üzülmektedir.
Yararlanılan Kaynaklar;
*M. Ş. İpşiroğlu, O. Duru, F. Edgü, S. Hilav, “Yüksel Arslan: İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü’den Arture’lere (1955 – 1970)”, Yapı Kredi Yayınları, 2016.
**Yüksel Arslan, “İnsan Jacques Vallet İnsanın Yaratılışı”, Sel Yayıncılık, 2017.
***https://www.kulturservisi.com/p/kendi-cizgilerinden-kendi-sozcuklerinden-yuksel-arslan/ Yüksel Arslan röportajı
Ayrıca;
F. Edgü – Y. Arslan, “Batı Kültürü Önünde Hiçbir Saplantım Yok Mektuplar 1957-2008”, Yapı Kredi Yayınları, 2015.
O. Duru / F. Edgü, “Yüksel Arslan’a Gençlik Mektupları 1957-72”, Yapı Kredi Yayınları, 2015.
Yazar: Sülbiye Yıldırım