İnsan, bilimsel araştırmalarının sonucunda edindiği bilgilerle doğaya egemen olduktan sonra, bilimi ve tekniği üretim sürecinde kullanarak ihtiyacından fazlasını üretmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak da biriktirmeyi öğrenmiştir. Zaman içinde ürettiği değerler üzerinde tüketim odaklı ilişki kurarak, tüketime gereğinden fazla ağırlık verip yaşamının tek amacı haline getirdiğinden, kendisiyle ve hayatla olan bağını yitirmiştir. Kendisini ürettiği metaların kölesi haline getirmiştir.
Bu kölelikte insan, varoluşsal amaçlarından sapmış, doğaya yabancılaşmıştır. Hayatın anlamından uzaklaşmalara uğradığı bir oluşumun içinde debelenmeye başlamıştır. Bu durum zamanımızda öyle boyutlara varmıştır ki, insan sadece kendi sonunu değil, dünyanın da sonunu getirecek iklimsel felaketlerle birlikte, kitlesel imha ve yok oluş sürecinin kıskacına da girmiştir. Kendisini bekleyen sonu göremeyecek kadar körleş(tiril)miştir. Kendine ve emeğine yabancılaş(tırıl)mıştır. Artık sadece vahşet, yıkım, talan ve felaketlerin hâkim olduğu bir evrende kaybolmanın korkusunda, derin coşkular yaşama, bu coşkunluğun getirdiği sevinç, üzüntü ve mutluluk duyma yetilerini kaybetmiştir.
“Bireyselleşme” söylemiyle toplumdan ve dolayısıyla yaşamdan uzaklaş(tırıl)mış, hiç olmadığı kadar yalnızlaş(tırıl)mıştır. Yalnızlığını kabullenmek zorunluluğunda bencilleş(tiril)miştir. “Paylaşmak” ve “sorumluluk duymak” gibi yaşama anlam katan toplumsal kavramlardan uzaklaşmış, aileden soyutlanıp yaşamını hiçliğe mahkûm etmiştir. Bu durumun yarattığı ağır yaşam koşullarıyla başa çıkmak için, alış-veriş, tüketme, unutma gibi sahici olmayan seçeneklere mahkûm edilmiştir. “Ölüm” artık en büyük kutsalı olmuştur! Günümüze geldiğimizde ise, kaygı ve korkularından bunalan, şizofrenik başkaldırılarıyla kendisine ve çevresine zarar veren, tedirgin bir toplumun yalnız bireydir artık insan.
Oysa “İnsan olmak, her şeyden sorumlu olduğumuzu hissetmek demektir. Sorumlu olmadığımız ve kınayamayacağımız kötülüklerden dolayı utanç duymak demektir.”* diyor Saint Exuperi. Tam da burada sanat, özellikle de edebiyat, insanın en önemli direnme, kendini var etme aracıdır. Sorumluluklarımızı hatırlama, kötülüklere başkaldırma, kaybettiklerimizi kazanma, sürece itiraz etme yollarımızın en önemlilerinden biridir. Edebiyat insanın etkili savaşma ve direnme yöntemidir. Özgürlüğüdür!
Çünkü “Düşünen bilinç olarak insan, kendinden yola çıkarak, kendisi için ne yapıyorsa o’dur.” Der, Wilhelm Hegel. “Bu yüzden de kendini çiftleme ihtiyacında olan insan, sanat yapıtı üretmeye gereksinim duyar.”** diye de devam eder. Konusu, insanın kendisi olan edebiyat böylesi bir insanî gereksinmemizi sağlayan en önemli ifade aracımızdır. Mitoloji, destanlar, masallar ve mesellerden, Don Kişot’un ve daha nicelerinin yazıldığı bu güne dek edebiyat bu işlevini sürdürmüştür. İnsanın en önemli direnme gücü ve güdüsü olan edebiyat bunu; yetersizliğini, acizliğini acımasızca insanın yüzüne vurarak, insanı kendisiyle tanıştırarak, sorumluluğunu hatırlatarak yapar. Edebiyat yapıtları, sarsıcı gücü yüksek olan ve sonuçları korkutan insan eylemidir. Çünkü edebiyat yapıtlarının insan üzerinde, hiçbir sanat yapıtında olmayan bir gücü vardır. Edebiyat okuyucusu üzerinde etkin bir zihinsel tepki uyandırır, okuru değiştirir ve dönüştürür, bu süreçte sanat yapıtı bir anlam yüklenir. Anlam aynı zamanda sanat yapıtının iletisidir. İnsanı etkileyen gücüdür. Bu etkinin farkına varıldığı günden itibaren edebi yapıtlar, muktedirler tarafından dikkatle ve gerekirse acımasızca yaklaşılması gereken bir insan eylemi olarak nitelendirilmiş, kitleleri etkileyen ya da etkileyecek olan edebiyat yapıtlarını iktidarları için korkulacak bir silah olarak görmüşlerdir.
Bu yüzden düzenin çürümüş yanlarını gören ve gösteren edebiyat yapıtları egemenleri rahatsız eder. Bu tür yapıtlar edebiyatta egemenden yana olan gelenekçiler yüzünden her zaman görmezden gelinir ve sistemi sürdürücü olan ürünler görünür kılınarak desteklenir, bunlar örnek olarak övülür. Çok satanlar listesi yapılarak marketlerde tezgâh oluşturulur. Kitle iletişim araçları kullanılarak popüler kitap, popüler yazar yaratılır. Kendine göre olana ödüller vererek bunu toplumun beynine işler. Tutuculuğunu pekiştirir, okuru sıradanlaştırır.
İnsanın kendi serüvenini bir kez daha kontrol etmesi demek olan edebiyat, her seferinde hem geçmişe, hem şimdiye bakar, hem de geleceğe yönelir. Böylelikle zihnimizde kırılan tarih bilincinin yeniden yerleşmesi sağlanır. Hep aynı şekilde düşünüp hep aynı şekilde anlama üzerinden edebiyatı oluşturmak, toplumları denetim altında tutmayı kolaylaştırdığından, yok sayma ve görmezden gelip bastırma, edebiyata da sınırlar getirmiştir. Ama zaman taşları hep yerine oturtmuş, değeri olanı haklı çıkarmıştır. Her zaman değerli olan ise, “karşı söylem”ler, “karşı duruş”lardır. Karşı duruşları yok etmek için oluşan edebiyat oligarşisi, günümüzde de yeninin yolunu tıkamak için tüm gücünü kullanmaktadır.
Oysa sıradanlaşmaya karşı duran ve yazardan da aynısı bekleyen okur kitlesinin varlığı, günümüzde yazma biçimlerinin değişimini zorlamaktadır. Yazarın anlatılarda bilinç akışı kullandığı, boşluk bıraktığı, şifrelemeler yoluyla göndermeler yaptığı, zaman atladığı metinlerdir artık söz konusu olan. Ancak, değişimlerin yeniyi dayattığı edebi metinlerde yazarın ve okurun vazgeçemeyeceği iki önemli olgu vardır; karakter ve gerçeklik algısı. Bu iki olgu iyi bir metnin ve iyi bir okurun vazgeçilmezidir. Bir metin ister klasik, ister postmodern edebiyat türde, isterse de bilimkurgu türde yazılmış olsun, eğer karakter ve gerçeklik algısı yoksa metin okura bir şey katmaz. Okurun düşün ve hayal dünyasını harekete geçirmez. Gerçek okuru kendisine bağlayamaz.
Nikolay Gogol’un dediği gibi; “Bir yazar gençken çok çabuk yazar, muhayyilesi onu her sürükler. Göklerde harika şatolar icat eder ve kurar. Ama yapıtında gerçeklik tek amacı olursa onun yaşamı tüm asaletiyle ve onurlu bir şekilde göstermesi gerekir. Hayal artık onu harekete geçirmez. O, hayatın her noktasını ele geçirmek için savaşmalıdır.”***
Edebiyat eserlerindeki gerçeklik algısı okuru besleyerek geliştiren bir durumdur. Gerçeklik algısını başarmış yapıtlar, yapay oluşturulan listelere mahkûm olan okurdan çok, kendini geliştiren, keşiflerde bulunan yeni okuru talep etmektedir. Bu durumda, yazarla okuyucu arasında, birebir okur yazar yükümlülüğü kurulur. Popüler kültürün bir tüketim nesnesi haline getirdiği yazar anlam kazanır, piyasalaşmaktan kurtulur, her yapıtında kendini ve okuyucusunu yeniden oluşturmak için çaba harcar.
Yazar her zaman toplumun değişimini ve dönüşümünü gözleyerek kendisini de değiştirmek, dönüştürmek, sürekli yenilemek zorundadır. O nedenle toplumlarda sosyolojik, ekonomik, politik bunalımlar ortaya çıktığında edebiyat kendini yeni ve farklı biçimlerde tarih sahnesine atar. Bu durumda ortaya çıkan edebiyat yapıtlarından kaybettiğimiz insani yetilerimizi yeniden kazandıracak olanlar, bunalımlarımızla yüzleşmemizi sağlayıp çıkışı işaret ederek sağaltacak olanlardır. Bu yapıtlar bizi ileriye taşıyacak ve çağlar boyunca okunacaktır.
Edebiyatçı ne yazarsa yazsın, sonuçta insanın toplumsal ve tarihsel bütünlüğü içinde var olduğu süreçteki yanlarını ve yönlerini yapıtına katmadığı sürece, var olduğu halleri yansıtmaktan öteye gidemez. Oysa güncelliğini ve geçerliliğini hâlâ koruyan ve bize ışık tutan olası hallerimizi yansıtan öyle eserler vardır ki yüzyıllardır hâlâ onları okuruz ve her okumamızda adeta yeniden yazarız, yeniden anlamlandırırız. Dostoyevski, Franz Kafka, William Shakespeare, Yaşar Kemal, Leylâ Erbil, Erendiz Atasü ve daha niceleri gibi.
O zaman mademki elimize kalemi aldık, mademki yazmaya başladık öyleyse insan hallerini anlamaya ve anlatmaya çalışırken, gözden kaçırmamamız gerekenen önemli noktanın, elimizden alınan yaşama anlam katma yetisini anımsamak olduğunu bileceğiz. Çünkü yaşama anlam katma yetimiz yaşamın itici gücü, motorudur. Bunu diri tutmak için anımsadıklarımızı zenginleştirip çoğaltacağız ve paylaşacağız. Bunu da elbette edebiyatla yapacağız! Aynı içerikleri farklı şekillerde ifade etme yollarından birini seçerek itirazımızı tarihe not düşeceğiz. Kalemimizden çıkanların yaşama anlam katacaklar arasında yer almasına çalışacağız.
Sözlerimi Terry Eagleton’la bitirmek istiyorum:
“Ne bizim Homeros’umuz orta çağın Homeros’uyla özdeştir, ne bizim Shakespeare’imiz onun çağdaşlarının Shakespeare’idir. Her tarihsel dönem kendi öz amaçları açısından bir başka Homeros ve Shakespeare olmuştur. Dolayısıyla bütün yazınsal yapıtlar, bilinçsiz de olsa kendilerini okuyan toplumlar tarafından yeniden yazılmıştır. Gerçek bir yapıtın, yeniden yazma olmayan okuması yoktur.”****
Alıntılar
*Estetik Kalkışma, Cengiz Gündoğdu, İnsancıl Yayınları
**Estetik Kalkışma, Cengiz Gündoğdu, İnsancıl Yayınları
***Gogol, Henri Troyat, Multilingual Yabancı Dil Yayınları
****Edebiyat Nasıl Okunur, Terry Eagleton, İletişim Yayınları