“Dünyada yalnızca siyasetin değil, sanatın da olması ne iyi.” diyor Lev Troçki ve devam ediyor; “Sanat bir anlamda yaşamdan daha zengin, çünkü o, tek ve aynı nesneyi genişletebilir veya daraltabilir, canlı renklere boyayabilir veya aksine karakalemle yetinebilir, farklı yönlerinden sunup değişken biçimlerde aydınlatabilir.”(Lev Troçki, Sanat ve Edebiyat)
Sanat nesneyi ya da kavramları anlatırken, onların zaman içinde edindiği anlam üzerinde düşünmeyi de sağlar. Ahlâk anlayışını sorgular, insan psikolojisini yansıtır, mutluluğun resmini çizer, özgürlüğü boyar. İnsanı etkiler, değiştirir, dönüştürür. Sanat eserine değerini katan durmadan devinen bu anlamsal etkinliktir, yapıtı zamanüstü ve evrensel kılar. Bu yazının konusu da anlamsal yorumlara açık, zamanüstü bir tablo; L’Orgine du Monde.
Gustave Courbet’nin 1866 yılında, Halil Şerif Paşa’nın siparişi üzerine yaptığı, zamanını kuşatan ahlâk anlayışında sergilenmeye cesaret edilemeyen bir tablo, L’Orgine de Monde. Tabloyu Halil Şerif Paşa, yeşil çuhayla sarmalayarak bakışlardan korur. İkinci sahibi Baron Havatny de tabloyu yıllar yılı, üzerine sürgüyle çekilip kapatılmak üzere Courbet’nin yaptığı ikinci bir tablonun; Blonay Şatosu’nun arkasına gizler. 1955’de ise, tabloyu Sylvia Batille’dan armağan alan Jacques Lacan, Paris’teki evine değil, uzaktaki kır evine yerleştirebilir ancak, “Henüz zamanı değil.” diyerek. Kısaca tablo, yapılışından bir salonda sergilenmesine kadar geçen yüz yıldan fazla bir zaman içinde gözlerden ırak, sessizce bekler. 1995 yılında Paris d’Orsay Müzesi tarafından satın alınarak Courbet’in yapıtları arasında sergilenmeye başladıktan sonra da modelinin kim olduğu tartışmalarının gölgesinde kalır.
Halil Şerif Paşa’nın siparişi olan tablonun yapılışından yaklaşık yüzotuz yıl sonra Enis Batur, Galatasaray Üniversitesi’ndeki dersinde, öğrencileriyle tabloyu yorumlamaya çalışır ve 2001 yılında da tablodan yola çıkarak; Elma* / Örgü Teknikleri Üzerine Bir Roman Denemesi isimli romanını yazar. Elma*, hem roman tekniği bakımından, hem de konuya yaklaşımı bakımından, en az tablo kadar ilginç bir kitap. Batur romanında, tablodan yola çıkarak ‘Havva’nın yaratılış öyküsü’nü yeniden kurgular. Romanın ana karakteri tablonun kendisidir. Halil Şerif Paşa, Gustave Courbet ve Proudhon da önemli karakterler olarak, kurguda yer alırlar.
Bir dönem romanı olarak da okunabilecek romanda sanat ve siyaset çevresinden öyle güçlü kişiler var ki, yüzelli sayfada 19. yüzyılın sosyal, siyasal tarihi ve sanatı hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Dostoyevski, Baudelaire, Nerval, Mapussant, Théophile Gautier, Manet, Delacroix, Ingres gibi sanatçılar, döneme damgasını vurmuş karakterler olarak Elma*’da yer alırlar. Her bakımdan ilginç olan romanı okumanızı öneririm.
Resim, 1789 Fransız Devrimiyle başlayan devrimler çağının yarattığı büyük kırılmaların ve değişimlerin yaşandığı bir çağda yapılmıştır. Bilimsel ilerlemeler, büyük buluşlar, makineleşme, ticaretin artması, kentleşme, köylünün kente göçünün hızlanması zamanın önemli özelliklerindendir. Kentleşmeyle birlikte burjuva sınıfının güçlenmesi ve bu arada büyüyen bir işçi sınıfı toplumsal dinamiklerde yeni oluşumları ortaya çıkarmıştır. Akılcılık, milliyetçilik ve bireycilik dönemin sosyal ve siyasal zeminin oluşturan etmenlerdir. Kilise ve kraliyet, egemenliğini yeni zengin sınıfa, burjuvaya bırakmak zorunda kalmış, paranın yeni sahibinin gücü, kilisenin gücünün yerini almaya başlamıştır. Ve elbette burjuva, parayla birlikte kendi ahlakını da dayatmaktadır. Artık paralı ve zengin olmak ahlakı, paranın hükümranlığı, geçerli ahlak anlayışıdır, Proudhon “Sonsuz hazzın, sonsuz hızın ve sonsuz kazanç isteğinin çılgınlığı ahlâksızlığı getirir.” (Proudhon, Mülkiyet Nedir?) cümlesiyle ifade ettiği ahlâk anlayışı aynı zamanda, çılgın ve hızlı olarak nitelenen sosyal değişim ve dönüşümün konumunu da işaret etmektedir.
Bu dönemin düşün dünyasına damgasını vuranlardan biri olarak Pierre-Joseph Proudhon, Courbet’nin yakın dostudur. Her ikisi de Napolyon savaşları sonrasında Fransa’yı kırıp geçiren sefalet günlerinde doğan bu iki arkadaş, sık sık bir araya gelerek toplumsal sorunlar üzerine saatlerce tartışıp bir aydın sorumluluğunda çözümler üretmeye çalışmışlardır. Courbet resimleriyle, Proudhon yazı ve söylevleriyle hep önde, hep eylem adamı olmuşlardır. Proudhon fikirleriyle Courbet’nin sanatı etkilemiş, Courbet resimleriyle Proudhon’u büyülemiştir. Proudhon; “Sanatçılar! İdealler peşinde koşup uçan periler, masum İsalar, güçlü melekler çizersiniz ama en yakınınızdaki akrabanızı ya da yakınınızdaki köylünüzü çizemezsiniz. Görmediğiniz şeyleri çizerseniz toplumu yozlaştırırsınız!” (Proudhon, Toplumsal Sanatın Prensipleri) keskin sözleriyle burjuvazinin ideolojisini yansıtan resimleri eleştirirken, yakın dostu Courbet’nin resimlerine olan hayranlığıyla sanatta Gerçekçilik’i işaret etmektedir. Courbet de onun etkisiyle, epey bir zamandır doğal olanla ‘tehlikeli ilişkiler’e girmeye başlamıştır. Taş kıran işçileri, köydeki bir cenaze töreninin sıradanlığındaki köylüleri çizmekte, gerçeklerle insanları yüzleştirmektedir. Gustave Courbet resimleriyle Gerçekçilik akımının öncüsüdür.
Düşüncelerdeki değişiklikler yenilikleri zorunlu kılmaktadır. Aydınlıkçı düşünceyi sahiplenen insanlar dünyanın her yerinde çoğalmaya başlamıştır. Romanımızın ana karakteri Halil Şerif Paşa da onlardan biridir. Bir Osmanlı siyasetçisi ve diplomat olan Paşa, edebiyata ve sanatın diğer kollarına düşkünlüğüyle bilinir. Aydınlanma düşüncesinin savunucularından, özgürlükçü hareketlerin destekçilerindendir. Ayrıca kendine özgü kişiliğiyle yaptıkları dillere destandır. Onun kişiliğinin özgün yanını da Elma*da okuyun derim.
Halil Şerif Paşa, Kahire’de doğmuş, Fransa’da eğitim görmüş varlıklı biridir. Eğitimi sırasında Paris’teki sanat ortamından etkilenmiş, resme olan düşkünlüğüyle dönemin ünlü ressamlarının resimlerini satın almıştır. Hatta özel olarak resim siparişlerinde bulunmuştur. L’Orgine du Monde de Courbet’ye sipariş verdiği resimlerden birdir. Eğlenceye ve kadınlara olan tutkusuna ve satın aldığı resimlere bakarak, Paris gazetelerinin köşe yazarları ona “Asyalı zevk düşkünü, şakacıktan diplomat, Osmanlı Dandy’si” diye isimler takarlar. Dönemin ünlü ressamlarının tablolarından oluşan büyük bir resim koleksiyonunun sahibidir. Bu koleksiyon için sanat danışmanlığını da yapan Théophile Gautier, “Daha önce hiçbir Müslüman böylesi bir koleksiyon oluşturmamıştı,” sözleriyle koleksiyon hakkında beğenisini dile getirmekten çekinmez. Koleksiyonu dillere destandır.
Proudhon’un, sefaletin kol gezdiği bir dünyada toplum için sanatı önerdiği, erdem ve ahlâk gibi kavramların yeniden anlamlandırılmaya çalışıldığı, bireyin ve düşünce özgürlüğünün önem kazandığı bir çağda yapılan L’Orgine du Monde’u, ya da Enis Batur’un çevirisiyle; Dünyanın Başladığı Yer’i bu veriler ışığında okumaya çalıştım.
Sanatın, imgeyle kurduğu temsilin düşünce ve yaşam biçimiyle birlikte değişim gösterdiğini göz önünde tutarak, Aydınlanma Düşüncesinin sanata da damgasını vurduğunu unutmayalım. Kutsalın yerini insan aklının-bireyin aldığı bu düşüncede tüm kutsallar sorgulanmaktadır. Tanrıyı, yaratılışı, melekleri idealize ederek betimlemek anlamsız kalmıştır. Romantizm tükenmiştir. Artık ‘Kutsal’ın yerini alan insan aklı ve onun gerçek yaşamı, diyalektik imge olarak sanattaki yerini bulmaya çalışmaktadır. Kutsalın idealinin yerini, ‘gerçek’in görüntüsü almaktadır. Nedir bu gerçek; evrene ve evrendeki varlığa, nesne ve olaylara salt insansal olanaklarla yönelmek, onları, maddî ve nesnel ilişkileriyle kavramak, öylece anlamak ve tanımlamaktır. Rönesans ve Reform’un, ardından Aydınlanma düşüncesinin insanı taşıdığı yerdir, sözünü ettiğimiz.
Bütün bunlara rağmen geldiğimiz noktada hâlâ değiştiremediğimiz, belki de başından bu yana değişmesine pek de gönüllü olmadığımız, sıkı sıkı koruduğumuz bir kutsalımız, var olduğumuzdan bu yana sorunlu halini daha da büyüterek sürüp gelmektedir; “İkinci Cins” halimizdir bu. Toplumsal cinsiyetimiz, kadınlık! Aynı zamanda tablonun da anlamı.
Dinsel söylencelerle gerekçelendirdiğimiz, aslında tarihsel süreç içinde üretimsel ilişkilerin dayattığı iş bölümünden doğan toplumsal yapılanmayla, erkekten sonra ikincil konuma düşürülen kadının, ‘insan’ olmanın ötesinde, ‘cinsiyet’ üzerinden temellendirilmesine uydurulan toplumsal kılıfın adıdır ‘kadınlık’. Doğarken her bakımdan eşit olan iki cins, toplumsallaşma sürecinde kadın ve erkek olarak farklı roller edinirler. Bu durumu geçerli kılmak da kutsal metinlerle, toplumsal kurallara sağlamlaştırılır ve sürekliliği sağlanır. Kutsallaştırma önemlidir, sorgulamalardan ve yargılamalardan uzaklaşmaları sağlar. Bu anlamda çeşitli kılıflara sokmaya çalıştığımız kadın cinselliği, toplumsal alanda her zaman iyi eş ve annelik kavramıyla yüceltilmiş, arzu ve cinsellik anlamında da utanılacak, saklanması gereken, toplumu zayıflatan, yıkıcı bir unsur olarak görülmüştür.
Cennette Âdem’i baştan çıkarıp kandıran kadın, aynı zamanda işlenen ilk günahın sebebidir. İlk günah, tüm insanlığı da sorumluluk altında bıraktığından, asli günahtır! Cezalandırılmanın, cennetten kovulmanın nedenidir. Erkeği baştan çıkaran bir neden olarak görülen ilk günah kadın cinselliğidir. Kapatılması, örtülmesi, gizlenmesi gereken bir şeydir. Bu örtme, erkeğin günahtan korunmasıdır. Aslında erkek egemen sistemin kendini korumaya alırken, gücünden korktuğu kadını bastırmasıdır. Öte yandan cinselliklerine istek duyulan, sadece cinselliğe indirgenen kadının sanatta da hep cinselliği üzerinden temsil edilmesi durumunun geçerliliğini hiç kaybetmemesi de ironiktir. İkiyüzlü bir anlayışın göstergesidir bu. Temsil edileni (kadını) güçsüzleştirmeye çalışırken, temsil edenin güçsüzlüğe düşmesidir. Hayatın her alanında var olan ama yok sayılanın kendini dayatmasıdır. Güçsüzleştirilmeye çalışılırken, güçlenmesidir.
İşte L’Orgine du Monde kutsallaştırılma kılıfıyla ötekileştirilmeye çalışılan kadın cinselliğinin kutsallığına yıkıcı bir darbedir. Kadına ait bir gücün apaçık, yadsınmaz temsilidir. Yüzleşmek istemediğimiz gerçeğimizdir. Cinselliğin, isteğin ve hazzın kışkırtıcı temsili olan ve örtük olarak temsil edilenin, erotik imgenin yerine, doğrudan bir vajinanın çizimi ikiyüzlülüğün açığa çıkarılması. Gerçeğin çıplaklaştırılmasıdır.
Dünyanın Başladığı Yer, aynı zamanda insanın varoluşsal kavgasında anlam yüklemeye çalıştığı, ‘ömür’ dediğimiz sürenin de başlama noktasıdır. İnsan için sorunlarla yüzleşme, yaşamı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışma, ölümün bilincinde olunmasına rağmen yaşamın keşfi için içgüdüsel istek duyma noktasıdır. Bu noktada cinsiyetlerin, kimliklerin eşitliğidir.
Karakamunun kireçlenmiş ahlâkının doğduğu birkaç sayfalık yaradılış hikâyesi, hâlâ kaskatı bir şekilde insanlığın beyninde dururken “Dünyanın Başladığı Yer’i anlamak, anlatmak mümkün müdür? Halil ve Gustave, bundandır, örtü peçe öngördüler. 1955’te Lacan bile “daha” diyecekti.” (Elma*, 64)
Biz bugün ne diyoruz?…
Yazar: Sülbiye Yıldırım