İnsanlık geçirdiği evrimsel süreçte kaydettiği ilerlemelerle bilgisini artırmış, doğanın gizlerini keşfederek ona hükmetmeyi öğrenmiştir. Adına uygarlık dediğimiz bu bilgi birikimi ile onu yararına kullanma becerisi ters orantılı işlediğinden, uygarlaştıkça mutsuzluğu ve huzursuzluğu da artmıştır. Freud Uygarlığın Huzursuzluğu makalesinde bu durumun; uygarlaştıkça vazgeçmek zorunda kaldığımız temel dürtülerimizden biri olan, cinselliğimizi bastırdığımız için ortaya çıktığını söyler. Freud’a hak vermekle birlikte, uygarlaştıkça artan huzursuzluğumuzun ve mutsuzluğumuzun arkasında başka nedenlerin de yattığını, cinselliği bastırmanın, insanlığımızı yitirmemizdeki tek neden olmadığını biliyoruz.
Zaman içindeki yolculuğumuza baktığımızda, toplumsal yapılar değiştikçe cinselliğe yüklediğimiz anlamın da değişerek, doğallığından çok şey yitirdiğine şahit oluyoruz. Üretim eylemlerinin gelişmesinden doğan toplumsal oluşumlara paralel olarak, cinselliğe yüklenen anlam da değişen yapıya uygun olarak dönüşmektedir. Farklılaşmanın izlerini edebiyat, resim, heykel gibi sanatın her alanında, görmekteyiz. Kadın bedeni sanatta en çok kullanılan nesne olarak, bu değişimlerin de temsil mekânıdır.
Paleolitik çağdan başlayarak kadına, bulunduğu zamana ve ait olduğu topluma göre değer bakımından neyin önemli olduğunu gösteren farklı pek çok biçim ve anlam yüklenmiştir. Geçmişi M.Ö 40.000 ile 35.000 yıl öncesine giden insan topluluklarından kalan görseller incelendiğinde, önem verilen şeylerin neler olduğu hemen anlaşılmaktadır. Mağaraların duvarlarına çizilen figürleri ilk sanat eserleri olarak kabul edersek, iki temel konunun öne çıktığını görmekteyiz; beslenme ve cinsellik.
En önemli besin kaynağı olan av hayvanları, av araç gereçleri ve avlanma sahnelerinin yanında; kadın ve erkek bedenleri, vulva ve falluslar bu dönem duvar resimlerinin ve heykel sanatının önemli figürlerdir. Sembolik çizgilerle duvarlara resmedilen vulva ve plasenta sembolleri kadının paleolitik dönemdeki imgeleridir. Ereksiyon halindeki rahiplerin yönettiği kutsal törenlerin sahnelendiği çizimler, bütün ayrıntılarıyla kadın bedenlerinin temsilleri en az avlanma kadar doğal ve kutsal bir olgu olarak duvarlara işlenmiştir.
Venüs heykelcikleri doğurganlığı, üremeyi hayatta kalma dürtüsünü temsil etmektedir. Almanya’da bulunan, fildişinden yapılma Hohle Fels Venüsü en eski Venüs heykellerinden biridir. İri göğüsleri, şişkin karnı, dolgun ve geniş kalçaları ve belirgin vulvasıyla kadının doğurganlığının ve yaratıcılığının temsilidir. Dolni Vestonice, Laussel Venüsü, Villendorf ve Lespugue Venüsü en bilinen paleolitik çağ kadın heykelleridir. Bunlardan Laussel Venüsü’nün bir kaya bloğunun dışına kazınmış olması, elinde bir ay figürü taşıması ve başının mağaranın girişine bakması tanrıça olarak temsil edildiğinin göstergesi olarak kabul edilir. Kadının tanrıça olarak temsil edilmesi, Hitit, Frigya ve Sümer uygarlıklarında da sürmüştür.
Cinsellik, Mezopotamya ve Roma uygarlığında dinsel ayinler olarak hem görsel, hem de sözel ve yazılı kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır. Bolluk ve bereket sağlayıcı olarak görülmektedir. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan Sümerlerde toprağın ve dölyatağının verimli olması çok önemliydi. Bunun için tanrılarla tanrıçaları kutsal evlilik törenleriyle evlendiriyor, tapınaklarının duvarlarını seks sahneleriyle beziyor, tanrıça tapınaklarında seks hizmeti sunuyorlardı.
Sümerlerin kutsal evlilik törenlerinde şairler tanrı ve tanrıçanın, rahiplerin ağzından söylenmek üzere aşk, sevgi, şehvet dolu şiirler yazıyor şarkılar besteliyorlardı. Hatta Tevrat’taki Süleyman’ın Şarkıları bölümünün Sümer’deki aşk şiirleri olduğu iddia edilmektedir. Sümer mabetlerindeki kadın fahişeler, kadın kıyafetli erkekler, erkek kıyafetli kadınlar da meşru seks çalışanları olarak görev yapmışlardır. Sümer tanrıçası İanna’nın kutsal dini törenle evlendiği kocası Dumuzi için söylediği şiir, duyguların bütün doğallığıyla dile getirilmesidir;
“Benim hal adamım, beni tatlandıran hat adamım,
Tanrıların hal adamı,
Dölyatağımın biricik sevgilisi,
Elleri ayakları bal,
Beni tatlandıran bal adamım.”
Mısır uygarlığı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Duvar resimlerinin yanında ilk cinsel dergi sayılan Turin Papirüsü M.Ö 1180 yılından günümüze kadar ulaşmış bir kültür eseridir. Uzakdoğu uygarlıklarında, özellikle Hindistan’da son derece doğal bir olgu olan cinsellik, yaşamın bir gereği olarak görülmüştür. Bu görüş Hindistan’ın Madhya Pradesh eyaletinin merkezindeki küçük bir kasaba olan Khajurah’taki tapınağın bütün dış duvarlarını kaplayan cinsel figürlerle yansıtılmıştır. Uzakoğuda cinsellik toplumsal eğitimin bir konusu olarak okullarda öğretilmektedir. Dünyanın ilk cinsellik eseri sayılan Kamasutra MÖ. 4. yüzyıl ile 2. yüzyıl arasında antik Hindistan’da yazılmıştır.
Zaman içinde üretim ilişkilerinin değişimine paralel olarak değişen düşünce ve inanç sistemleri toplumsal yapıyı değiştirmiş, kadın ve erkeği farklı konumlandırılmıştır. Sosyal statüsü değişen kadının cinselliği de anlam değişikliğine uğramıştır. Antik uygarlıklarda doğallığında yaşanan, mabetlerin iç ve dış duvarlarında açıkça temsil edilen cinsellik, tek tanrılı dinlerle birlikte artık bambaşka konumlandırmaya tabi tutulur. ‘Ahlâk’ alanının bir parçası olur.
Tek tanrılı dinlerle birlikte yaratılış miti de değişir ve tek bir tanrı tüm dünyayı, cenneti, Âdem ve Havva’yı yaratır ve onlara cennet bahçesinde huzurlu bir yaşam sunar. Huzurlu bir Altın Çağ yaşarken rahat durmayan Havva yüzünden her şeylerini kaybedip, cennetten kovulurlar ve insanlık için trajedi başlar. Kovuluşla birlikte kadın cinsellikteki yaratıcı gücünü ve kutsallığını da kaybeder. Yaratan konumundan yaratılan konumuna düşürülür. Kovulmaya yol açan suçun baş sorumlusu olarak, erkeğe boyun eğmekle cezalandırılır. Cennetten kovuluş ile birlikte cinsellik artık utanılacak ve saklanacak bir durum halini almıştır.
Ortaçağda Havva, ilk suçun/ilk günahın temsilcisi olarak uzun süre resimde temsilin konusu olmuştur. Yaratılış öyküsünün sahne sahne çizilerek hikâyelendirildiği birçok resimde kadın, şehvetin ve zinanın nedeni olarak temsil edilmiştir. İşlediği suç neredeyse an be an seyircisine gösterilmiştir. Yaratılış ve cennetten kovuluş, bu dönem resminin değişmez konusudur.
Rönesans döneminde ise günlük yaşamın sanatın bir parçası olmaya başladığı bir sürece girilmiştir. Bu süreçte yaratılış öyküsünün tek bir anı, çıplaklıktan duyulan utanç anı resme konu olmuştur. Masaccio’nun 1425 yılında yaptığı Cennetten Kovuluş resmi bu söylencenin kaynaklık ettiği o tek bir anın resimdir. Bu tabloda Massacio kadın ve erkeği pişmanlık, utanç ve korku içinde cennetten uzaklaşırken yansıtmıştır.
Rönesans döneminde resimde güncelin yansıtılması mitolojik öğeler ile Hıristiyanlık öğelerinin biraraya getirilmesiyle oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu resimlerdeki kadın figürleri cinsellikten uzaktır. Mitolojiden yola çıkılarak yapılan çıplak kadın resimleri Venüs Pudica olarak isimlendirilir. Botticelli’nin Venüs’ün Doğuşu tablosundaki gibi; elleriyle göğüslerini, saçlarıyla veya başka bir örtüyle genital bölgesini zarifçe kapatan, son derece masum, gözlerini resme bakandan kaçıran, saf güzelliğiyle huzur uyandıran Venüs’ler bu dönemin resim ve heykellerindeki kadının temsil şeklidir. Biçim olarak da neredeyse kusursuzdurlar.
Kapitalizmin gelişimiyle birlikte Courbet ile resme giren gerçekçilik kadın imgesini de değiştirmiştir. Bu dönemin önemli ressamlarından Manet’in Olimpia’sına baktığımızda artık dinsel, masum havası olan kadın bedenin yerine, cinselliğini erkeğin bakışına sunan bir kadın bedenini buluruz karşımızda. Kadın resimde seyirlik bir nesnedir artık. Bu resimlerde kadınların bakışlarındaki kayıtsızlık da ortadan kalkar. Doğrudan seyredenin gözlerine, üstelik kışkırtıcı bir şekilde bakan kadınlar resimdedir. Bu dönem kadın temsillerinin en önemli özelliklerinden birisi de kadın bedenindeki kusursuzluğun yok olmaya başlamasıdır. Kadınlar bütün kusurlarıyla, orantısızlıklarıyla ve mahrem hayatlarının bütün çıplaklığıyla resimdedir artık.
Tıpkı Olimpia gibi. Olimpia erkeklerden gelen çiçekleri zenci hizmetlisi aracılığıyla kabul eden bir hayat kadınıdır. Yatağının üstünde kendisiyle birlikte resmedilen kara kedisi ise, sadakatsizliğinin sembolüdür. Manet onun hayat hikâyesini yazmıştır bu tabloyla. Bu dönem kadın resimleri aynı zamanda resimlerini yaptıran erkeğin gücünün ve iktidarının simgesidir, çünkü modeller güç ve para sahibi olan erkeklerin metresleri ya da onların zevklerine hizmet eden fahişelerdir. İgnes’in Büyük Odalık’ı, Peter Lely’nin II. Charles için yaptığı, metresi Nell Gwynne’nin resmleri bu dönemin örnekleridir. Dönemin en önemli eseri ise; üzerinde çok şey söylenebilecek L’Origine du Monde’dur.
Kapitalizmin ileri aşamasını yaşadığımız zamanlara geldiğimizde ise modern kültürün kadın imgesi çeşitlenmiş ve çok daha başka anlamlar yüklenmiştir. Yaşamı tüketim nesnesi haline getiren anlayışın acımasızlığında kadın bedenine yüklenen anlamlar, bedenin kullanıldığı alanlar çok çeşitlenip farklılaşmış, idealleştirilmiş bir kadın bedeni tekrar öne çıkarılmıştır. Bu durumun sonucu olarak da kadın görselliğini bir arzu nesnesi haline getirme ve nesneleştirme hiç olmadığı kadar abartılmaktadır.
“Avrupa yağlıboya resim geleneğinin bir türünde kadı, hiç durmadan yinelenip duran en önemli konudur. Bu tür, çıplak kadın resmidir. Avrupa geleneğindeki çıplak kadın resimlerinde kadınların seyirlik nesneler olarak görülüp değerlendirmelerinde geçerli olan ölçü ve töreleri bulabiliriz.” diyor John Berger Görme Biçimleri adlı yapıtında. Tarihsel gelişimi izlediğimizde Berger’in savının gerçekliğiyle karşılaşırız.
Yararlanılan Kaynaklar
John Berger / Görme Biçimleri
Bilim ve Ütopya Dergisi – Nisan 1995 / Eski Mezopotamya’da Cinsel Yaşam – Muazzez İlmiye Çığ
Sanatın Seksüel Tarihi Online Ders Notları / Çağatay Olgun
Yazar: Sülbiye Yıldırım